ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

“GÜL KURUDU” ROMANI ÜZERİNE | SADIK GÜVENÇ’LE SÖYLEŞİ | Müslüm Kabadayı

03.09.2019
2.016
A+
A-
“GÜL KURUDU” ROMANI ÜZERİNE  | SADIK GÜVENÇ’LE SÖYLEŞİ | Müslüm Kabadayı

“GÜL KURUDU” ROMANI ÜZERİNE
SADIK GÜVENÇ’LE SÖYLEŞİ
Müslüm Kabadayı
Sevgili Sadık, öğrencilik döneminden beri öykü yazdığını biliyoruz. Yayımlanmış üç öykü kitabınla edebiyat dünyasına katkıda bulunduğunu da… “Gül Kurudu” ilk romanın. Öyküyle roman türleri arasındaki en belirgin geçirgenlik nedir sence?

Öykü, anlık bir olayı anlatmak için elverişli bir ortam hazırlarken roman uzun soluklu öyküler toplamı. Öyküyü bir şiire, romanı da bir destana benzetiyorum. İkisi birbirinden beslenir ama ikisi birbirinin yerini almaz. Öyküde bir olay, bir durum, bir kişi üzerinde yoğunlaşırsın. Bu bakımdan roman daha rahat bir ortam sunuyor. Alan geniş, kişiler öyküye göre daha kalabalık… Burada gördüğün bir kişiyi daha sonra başka bir ortamda görebilirsin.

Türkiye’de zaman zaman öykü, zaman zaman romanlar öne çıkıyor. Son zamanlarda romana ilginin arttığını görüyoruz. Bu bakımdan Türkiye’de bu iki türdeki yapıtların düzeyi konusunda neler söylemek istersin?

Dünya edebiyatından çevrilen romanların, öykülerin etkisine girmemek olası değil. Latin Amerikalı yazarların biraz masalımsı, biraz ironik anlatımları herkesi etkiliyor. Bunu öykülerimizde de romanlarımızda da görüyoruz. Güzel romanlar ve öyküler yayımlanıyor. Bazen okurken kıskandığım öyküler, romanlar var doğrusu. Bilinçli okuyucu ne yapıp edip değerli yapıtlara ulaşmanın yolunu buluyor. Yeter ki okumak istesin. Okuyucu ortaya konulan yapıtın değerini veriyor. Veriyor da iş ona ulaşılmasında. Bazı yapıtlar marketlerde insanın gözüne gözüne sokulurken bazı değerli yapıtların varlığını kimseler bilmiyor. Çok değerli, yüzlerce yıl sonraya kalacak yapıtlar var; okuyucuya ulaşmak o kadar zorlaşmış ki…

Yazar olarak yetiştiğin ortamın ve dönemin yapıtlarına tema-konu bakımından olduğu kadar dil ve anlatım açısından da yansıdığını görüyoruz. “Gül Kurudu” romanının bu açıdan farklı özellikleri var mı?

İnsan en iyi kendini anlatır. Gül Kurudu, çocukluğumdan beri tanık olduğum, dinlediğim, yaşanmış birçok olayın süzülmesi, damıtılması ile oluştu. Gül Kurudu romanında sözü edilen Gülkız, adı var ama kıymeti yok kadınlardan yalnızca bir tanesi. Diğerleri de öyle. Yaşıyorlar işte öyle ya da böyle… Bu romanı farklı kılan bence sıradan kadınların yaşamaları olacak. Kadını yalnızca bir makine olarak gören, doğurduğu bebeği annesine vermemekte hiçbir sakınca görmeyen diğer kadınlar da var. Zalim kim, mazlum kim belli değil. Dil de onların dili. Onların dünyasını en iyi onların dili anlatabilir diye düşündüm.

Romanı “Kadınlarımıza” adamışsın. Böylece romanda “kadın sorunu”nun işlendiğini işaret etmişsin. Bu romanda daha önce işlenmeyen bir kadın sorunu, durumu veya olgusu var mı?

Sen de biliyorsun, “Bizde insan vardır, kadın mı erkek mi sorulmaz.” Bu bir özlem aslında. Her yerde ezilen insan var. Ne var ki daha çok kadın eziliyor. Bu romanda şehirde değil de köylerde yaşayan kadınların yaşamlarına dikkat çekmek istedim. Çocukken evlendirilmiş, kağıt üzerinde evli gözüken ama eşiyle birlikte olamayan (Burada geçim kaygısı nedeniyle gurbete giden ve dönmeyen erkekler de var.) kadınları anlatmak istedim. Ha, eşiyle birlikte olduğu hâlde hak ettiği yerde olamayan kadınlar da var burada.

Doğrusu, roman yayımlanmadan önce değerlendirme yapmam için okumamı sağladığın için sana teşekkür ediyorum. Anadolu’da, özellikle kırsalda kadınların konumları ve yaşantılarıyla ilgili gözlemlerimiz, okumalarımız olmakla birlikte “Gül Kurudu”yu farklı kılan bir kurgu ve anlatım zenginliğinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Köylerden kentlere, hatta yurt dışına ve özellikle de Al(a)manya’ya göç olgusu ve kırsaldaki sosyo-ekonomik yapının bundan etkilenmesi bakımından “Gül Kurudu”yu farklı kılan neler var?

Orta Anadolu’da bir köyde geçiyor olaylar. Bu köyü alsak Doğu’ya, Batı’ya, başka bir yere götürsek farklı mı olacaktı? Yani ülkemiz insanı bunları yaşıyor. Gül Kurudu romanında ele alınan insanlar bu ülkenin herhangi bir yerinin insanları da olabilir. Sosyo-ekonomik yapı insanı geçim derdiyle göçe zorluyor, aile yapısını dağıtıyor ve insan çaresiz buna direniyor, direnirken de türlü sıkıntılarla karşılaşıyor. Toplumsal gerçeğimiz bu. Ekmek peşinde koşarken yok olup giden yaşamları görmemiz gerekir. Bu romanda iyi-kötü, zalim-yürekli, ağa-köylü, aydın-cahil çatışması yok. Bu romanda insan-yaşam çatışması var. Yani herkes aynı. Onlara böyle bir yaşam sunulmuş ve onlar böyle yaşamaya alışmış. Binlerce yıldır bu böyle…

Türkiye’nin son yıllarda öne çıkan sorunlarından, hatta ayıplarından biri de kadına uygulanan şiddet, cinsel saldırılar ve katliamlar… “Çocuk gelinler”in sözüm ona din bezirganları tarafından meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde, böyle romanların toplumu, insanı yüzleşmeye davet etmesini çok anlamlı buluyorum. Bu açıdan “Gülkız”ların dramlarını anlatırken, bir yazar olarak zorlandığın noktalar oldu mu?

Hiç olmaz mı? İnsanlar gördüklerine katlanabiliyorlar ama okuduklarına katlanamıyorlar sanki. Bir insanın öyküsünü dinlediğimde, duyduğumda beynimde çakan şimşekler olur. “Tamam, bu iyi bir öykü olur,” derim. Yazmaya başlarım. Sonra da kim ne derse desin… Bazen kurgu ile gerçeği birbirine karıştıran tanıdıklarım oluyor. “O dediğin öyle değildi,” diyorlar. Bir de onlar anlatıyorlar benim yazdığım kurgunun gerçeğini. Olsun. Onu da gelecek sefere kullanırım. Bazı olayları olduğu gibi anlatmak gerçekten zor. Yaşanan o kadar çirkin, yanlış, dudak uçuklatıcı olaylar var ki… Yazamıyorsun. Yapan yapmış, ama sen bunu anlatamıyorsun. Üstün körü değiniyorsun. Anlayan anlasın hesabı. Bu bakımdan tamamen kurgu roman yazmak daha kolay geliyor bana. Bazı gerçeklerden yola çıktığın zaman insanlar bunu üstüne alabiliyor. Takma ad kullanan yazarları daha iyi anlıyorum.

Toplumsal yaralarımızdan biri de ensest. Emperyal işgallerin ülkemize dayattığı göçmen gerçeğinin bir boyutu da Suriyeli göçmenler arasında yaygınlaşan ensest yarılması. Özellikler kız çocuklarının yaşadığı bu büyük travma “Gül Kurudu”da işlenmiş. Bir yazar olarak bu “travma”yı toplumun vicdanında ateşleme konusunda neler söylemek istersin?

Roman, Gülkız’ın cenaze töreniyle başlıyor ve diğer bölümlerde bu noktaya nasıl gelindiği, kahramanların toplumla ve birbirleriyle çatışmaları çerçevesinde anlatılıyor. Baba Musa’nın dramıyla Musa’nın annesi Nakışlı Ebe’nin vakurluğu, halk sağaltımcılığı ve torunu Gülkız’ı koruyup kollaması ustaca işleniyor. 1950’lerde kırsalda başlayıp hızla yaygınlaşan yeni toplumsal ilişkiler çerçevesinde çözülen değerlerin bugün başat sorunu/durumu nedir? Romanda bunun ipuçları var mı?

1950’lerde yavaş yavaş başlayan iç göç, 1960’larda dış göçle birleşti. Sosyo-ekonomik yapı bunu zorunlu kıldı. Yoksul köylü çareyi şehirlerde hamallıkta, inşaat işçiliğinde ararken birden bire Al(a)manya çıktı karşısına. İlk başlarda gurbet ve sıla arası açılmıştı. Gurbete giden eş dönüp gelecekti. Kimi hiç gelmedi, kimi bir süre sonra eşini ve çocuklarını da alıp gitti. Köyler boşalmaya başladı. Büyük aile yerini çekirdek aileye bıraktı. Büyükannesiz, büyükbabasız, ebesiz, dedesiz aileler çoğaldı. Daha olgunlaşmadan evlendirilen, geçim kaygısıyla gurbete çıkan erkeklerin gittikleri yerlerde başka kadınlarla ilişki kurmaları geride kalan kadınların çökmesine, ailenin dram yaşamasına neden oldu. Gül Kurudu bu olaylar üzerine kurulu. Bugün bu dağılma başka türlü karşımıza çıkıyor. Eğitim yetersizliğine bağlı olarak ağır koşullarda çalışan, dil bilmediği için okullarda dışlanan çocukların, gençlerin dramı; artan işsizliğin getirdiği bunalımlar; uyuşturucu tacirlerinin tuzağına düşen gençler… Bütün bunlar aile dramlarına neden oluyor.

Romanda dikkat çeken unsurlardan biri, kadınların adlarının Gülkız, Güleser, Gülay, Ağcagül, Goncagül gibi hep “gül”le ilgili sözcüklerden oluşması. Romandaki bu kahramanlar, toplumsal baskının yanında erkeklerin her türlü şiddetine, cinsel saldırısına uğruyorlar. “Gül”mesi gerekenlerle bu dramatik yapının ironisi mi var bu adların seçiminde acaba?

Evet, tamamen ironik bir yaklaşım. Hiçbiri “gül”(e)miyor ki zavallıların. Çocuk doğduğunda babaları anaları üzerlerine titriyor. Gülsün, hep gülsün, bahtı açık olsun diye adlarını “gül” koyuyorlar. Ama yaşam, onlara bu dileklerinin karşılığını verecek kadar cömert davranmıyor. Onlar bir “gül” olarak doğuyorlar ama nerde onlara bir güle verilmesi gereken değeri verecek yiğitler?

Yanıtından hareketle aklıma gelen bir konu ve soruyu da paylaşmak isterim sevgideğer Sadık. Köy Enstitüsülü ilk kuşaktan olup senin de doğduğun köyün adını soyadı olarak alan Yusuf Ziya Bahadınlı’nın “Güllüceyi Sel Aldı” ve “Güllüceli Kâzım” romanlarındaki “gül” ile aynı coğrafyadaki “Gül Veli” efsanesi, “Gül Kurudu” romanı arasında adlandırma ve çağrışım bakımından bir ilişki kurabilir miyiz?

“Çelebi” tipiyle romanda hangi geleneği ve neden belirgin kılmaya çalıştığını anlatır mısın?
Romanda olaylar Orta Anadolu’da bir beldede geçiyor. İnsanların bir ahlak anlayışı, bir töresi ve yaşama biçimi var. Kendi çapında da olsa büyüklere saygı, küçükleri koruyup gözeten bir anlayış var. Yeri gelince devlet otoritesi, devletin koruyup gözetmesi de var. Peki kimdir bu insanlar? Çelebi, bu kimliği en iyi yansıtan bir meczup görüntüsünde çıkıyor karşımıza. Orada yaşayan insanların saygı duyduğu, onu hoş gördükleri bir bilge. Öyle bir bilge ki en olmadık yerde ortaya çıkan sorulmadan görüş beyan eden bir Alevi Bektaşi dedesi. Çelebi; yok sayılan, aşağılanan, ötekileştirilen bir inancı, yaşama biçimini sessiz sedasız anlatan bir geri plan kahramanı.

Öykülerinde gördüğümüz yöresel söz varlığı “Gül Kurudu”da daha da etkili biçimde kullanılmış. “Sinnek” gibi mezar anlamına gelen “sin” sözcüğünden türemiş sözcüğü yazın diline sokmanı anlamlı buluyorum. Bu konudaki yaklaşımını ve bugüne kadar okur, eleştirmen dünyasından bununla ilgili aldığın tepkiyi açıklar mısın?

Öyle güzel sözcüklerimiz var ki… Unutulmasını istemiyorum o sözcüklerin. Yaygınlaşmasını da diliyorum. Yazmak istememin temel nedenlerinden biri de bu. Bu sözcüklerin unutulmaması gerekir. Öykü kitaplarımda kitabın sonuna sözlük eklemiştim. Burada dipnot koydum. Çok olumlu tepkiler alıyorum.

“Gül Kurudu”dan sonra üzerinde çalıştığın yeni romanlar var mı?

Şimdilik üç tane taslak romanım var. Biri bitmek üzere. Gül Kurudu’daki kadınların çocukları, buradaki kısır döngüye bir el atsa iyi olur değil mi? Çelebi’nin, Nakışlı’nın söyleyeceği sözler bitmemeli.

“Gülü kurutanlar”a inat insanın sevgiyle eşitlik ve özgürlük için nakışlandığı bir gelecek için estetik akan kalemine kuvvet diliyorum.

Müslüm Kabadayı
Müslüm Kabadayı
Ömrün Altmışında | Müslüm Kabadayı 1960 restorasyonunda doğduğumda Hatay Kışlak’ta Köyümüz yurtsever kafalarla koşuyormuş aydınlığa O dönemde bırakmış babam ocak söndüren kumarı Anam derdi, senin gözlerin verdirdi ona bu kararı Elimde kitapla çobanlık yapardım, Keldağlıydı suyum Bir kamyonla ilk kez Amanoslar’ı aştığımda altıydı yaşım Ve Misis tarlalarında çalışırken pamuk çalısı kadardı boyum On birimde Düldül Dağı’ndan sızan kanımdı Sabunçayı Düziçi İlköğretmen Okulu’nda bilgi çiçeklerimi suladı On altımda öğretmenlik hakkım için çıktım boykota MC’nin sürgün okuyla fırlatıldım Çanakkale Boğazı’na Büyük kavga suları dar boğazlardan süzüldüm On sekizimde Ankara’da DTCF’ye yazıldım Yirmi ikimde “Mamak Üniversitesi” zindanına atıldım Kaybettiğimde elli yedisindeydi ayağı kesik babam İğnenin deliğinden Hindistan’ı görürdü, şekere yenildi tamam Elim iş, aklım güç tuttuğundan beri yüklerim hep ağırlaştı 12 Eylül zulmüyle ülkem kararırken, vicdanlar sağırlaştı Gölbaşı’nda başladım teknik işe yirmi beşimde, işim çizim ölçüm Yirmi altımda “Yoğunluk Sanat Kitabı”nda yer aldı ilk öyküm Yirmi yedi yaşımda atandım çok istediğim öğretmenliğe Üç ay sonra gbt’yle atıldım teknik ressamlık mesleğime Acılar ve zordan süzüldü balım, özümü bağladım hilesiz alın terime Ülkemde ilk kez gbt’yi çöpe attırdım, mahkemede bir yaz tatilinde Trabzon’da tiyatroya giderek, şeytanın bacağını kırdık öğrencilerimle O yıl sevdalandım bir Laz kızına, kar teptim saatlerce ona kavuşmak için Meydanlarda keskinleştirdim sınıf bilincimi, karanlıkla savaşmak için Polatlı Tahtaköprü’de, yeni evli küçük kardeşimizi toprakladı elektrik Gök ekinimiz biçildiğinde harlanan acımızla hepimiz şekere kesildik Sürgün yediğimde Maçka deresine, kentli ve dağlı dostlar kazandım Kuzeyhaber, Hamsi ve Kıyı’da kalemi yüreğime batırıp yazandım Hayatın uzun sokaklarında yürüdüm, mücadele estetiğinden aldım haz Otuz ikimde baba oldum, kucağıma verildiğinde çonamız İlkyaz Esmer bakışlı gözünün ışığında, hiç sönmeyecek gibi duruyordu faz Otuz üçümde yerleştik, Asi’nin meltemiyle nefeslenen Antakya’ya Burada savaş açtım, sendika başkanlığımla olağanüstü kuşatmaya Otuz beşimde İnsancıl dergisi temsilciliğiyle şahlandırdık sanatı Eski ve yeni kuşak yoldaşça buluştuk, bozuldu paranın saltanatı Akrepler, ekmek teknemde kuyruk salladılar durmadan Yüreğim daralsa da aştım engelleri, beynimi burmadan Hiç yüksünmedim, eskiyeni yıkıp ileri olanı kurmaktan Otuz sekizimde Subaşılı öğrenci cıvıltısına karıştı sesim Kırkımda eşimden vurdular yüreğime, sandım kesildi nefesim Kırılsam da sardım yaralarımı, kopmadım hiç kızımdan Ne geldiyse başıma, sınıfa sınıf savaşımındaki hızımdan Aynı yıl gördüm emperyalizmin çöplüğünü New York’ta Yedi candık, uygarlıklar beşiği Antakya’yı çoğaltmakta Anamızı verdiğimizde toprağa kırk birimdeydim bahar yeli esiyordu Doğa dışımızda yeşerirken, anasızlık testere olup içimizi kesiyordu Damar damar işleyip toprağımızı, dişe diş dirençle çevirdim çarkımı “Hatay Bibliyografyası”na ekledim “Amik’ten Amanos’a Alkım”ı Kardeşleştik “Karadeniz Karşılaştırmalı Sözlük Denemesi”yle salkımı Amik dergisinde dostlarla harmanladık, yerelle evrenselin biderini Düşünmedik hiçbir zaman, halkamızı çoğaltan emeğin giderini Kırk ikimde komşu halkla sınırları kaldırdım, Şam’a giderek Ortak damarları buldum her adımda, Arvad Adası buna bir örnek Palmira’da onurlandım, Zenobya kafa tutarken Roma’ya Basitburnu’nda selam durdum, kadim dost Cebel-i Akra’ya Kırk bin yıllık aşka kavuştum, Aşkdeniz’den çıktığımda Üçağızlı Mağara’ya Bir kurda zengin Arap dilinin eşiğini adımladım, Besime öğretmenle Beyrut ve Amman ışıklandırdı Adonis’i, yanımdaki çevirmenle Kırk üçümde ikinci kez sevdalandım, Divriğili bir kıza Bir ömür sığdırdık, sönük Ankara’da koşarken bir yaza Kırk altımda “Yoğunluk”ta dirilttim yirmi yıl önceki sanat kitabını Kırk yedimde “Suriye Günlüğü”nde sordum düşmanlıkların hesabını Kırk dokuzumda “Hataylı İki Aşık”ta verdim ozanların imgelerinden Sevdanın harını, ayrılık ve ölümün soğukluğunu dilin belinden Her dönemin devinimi, ivme kattı yürek ve beynime Yıllar sonra onun için döndüm öğrencilik kentime Pişmanlık hiçbir zaman uğramadı gergefli semtime Harlamayı sürdürdüm partide, sendika ve dergilerde üretkenlik ateşimi İlkyaz’ımızla Avrupa’dan döndüğümüzde, burada yitirdim ikinci eşimi En verimli ellili yaşlarımda, sevdalım oldu bir Kürt kızı Çatışmalı ve fışkırmalı diyalektik, oya’ladı bilincimdeki hızı Her taşa vurulduğumda bilendim, hayatı yeniden kurmaya Marifet yüklendik yürekten, başladı Bağlaç dergimiz filize durmaya Hata ve yanlıştan arınmak için başvururum kendimi sorgulamaya Arka arkaya Aşkar abimi, Mustafa canımı, Sabahat ablamı aldı ölüm Elli üçümde “Salkım Saçak Keldağ”la fışkırdı, sularından ilk öyküm Art arda sökün etti kitaplı öykülerim “Közlü Yürekler”, “Dirilten Duyunçlar” “Çölüngelini”nde küllerinden doğdu Zenobya, “Kaplan Ali”yi sevdi dağlılar Elli üçümde Taksim’de Gezi Kitaplığına bağışladım kitaplarımızı Haziran direnişinde embriyolanan Diren’imiz, doldurdu kucaklarımızı Evin’imiz ikiledi kardeşliği, Devrim Stadyumu’nda katıldı İlkyaz’ın mezuniyetine Kuşakların atardamarlarını, ben’lerinde imgeleştirsinler dilerim genişleyen evrene Gezdim, sezdim, eylemledim ve yazdım, mutluyum yaptıklarımdan Altmışımda kronikliğimle koronaya yakalanmadım, umutluyum yarından Sevda’yla yarattık “Avrupa’nın Yüzleri”ni, memnunum can dostlarımdan Ömür bu, çizik-yazık-keşkeyle değil, insanlar yeniden (t)üreterek paylaşsın Bir gün toprağa düştüğümüzde, ışıklı çocuklarımız meşalemizi taşısın…
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.