ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Eylül Hüznü | Bedros Dağlıyan

28.09.2019
1.210
A+
A-
Eylül Hüznü | Bedros Dağlıyan

Sırtını dönmüş
Ağustos böceği
Yağmur yağarken ölüme
Aylardan Eylül.
Bak! Yapraklar kanıyor

—-

6- 7 Eylül Geçerken

Soğuk günleri seviyorum.
Sıcak havalar bana göre değil…
Sonbaharın kendini hissettirdiği günlerden geçiyoruz.
Sarı, turuncu hatta kırmızı yaprakların harikulade tablolar yapacağı hazan günlerinden… Ayaklarımın altından ölü yaprakların hışırtısı geliyor. Onlardan yükselen o nemli çürümüş koku bana ölümü anımsatıyor. Ölüm; ne kadar uzakta kalmasını istesek de,
er ya da geç olmasını beklediğimiz…Yüreğimizi daraltan o meşum olay hâsıl oluyor ve bir sevdiğimiz daha gidiyor kollarımızdan…
Hiçbir yazıyı önceden planlamam, önceden şunu yazacağım diye düşünceler içine girmem, hatta hiçbir zaman giremem.

Sevgili kardeşim Udi Yervant’ın annesinin vefat ettiği haberini aldığımda internette amaçsızca geziyordum. Dediğim gibi şimdiye dek hangi yazımı, deneme ya da öykümü önceden tasarladığımı anımsamıyorum. Her defasında çeşitli düşünceler içinde kalır, kimi zaman geçmişe, kimi zaman da geleceğe, gider gelirim. Bu arada oldukça da yıpranırım. Manevi olarak acıları tekrar tekrar yaşarım; o zamanlardan çaresizce geçerim.

En son Tuzla kampı dayanışma gecelerinden birinde karşılaşmıştım kardeşim Udi Yervant ve annesi Hatun mamayla… Geçmiş günleri yâd etmiş hatırlı anıları, biriktirdiklerimizi birbirimize aktarmıştık. Nasıl güzel bir gece olmuştu. Herkes birbirine sarılmış başarmanın keyfine varmıştı.

Bazı geceler babam içki içmeyi kafasına koymuşsa ve mutlu bir zamandan geçiyorsak hep beraber;
-Oğlum Yakup Dayıgile git Hatun Bacoya de ki, babam turşu ve şarap istiyor… Biberler, acurlar, patlıcanlar ve kırmızı tadında bir şarap…Elime bir bakraç ve iki boş şarap şişesi tutuştururdu annem. Kapıyı çalar teklifsizce isterdim. Hatun Baco güleç yüzüyle karşılar selamla birlikte istediklerimi verirdi.

Çok zorluk yaşamış, acılardan süzülerek gelmişti bu günlere… Yüzüne baktığınızda bunu anlardınız. Zaten bizim bütün yaşlılarımız böyle bakmıyorlar mı ki…Yaşlılarımız birer birer bizleri yalnızlığımızla baş başa bırakırken, belki de sıranın bize geldiğinden dem vuruyordur çalan çanlar, okunan dualar…

Bu hafta 6–7 Eylül’ün yıl dönümü… Bir kez daha o kötücül zamanları hatırlamak, o günleri yaşayanların hüznüne ortak olmak durumundayız. Geçmişin o mendebur tarihleri bizlere böyle ne çok olay yaşandığını da anlatıyor durmadan. Geçmişi anımsıyoruz ve unutmak hiç mümkün değil… Şimdiye dek yaşanan acıların hep yok sayılması ve hep azınlık vatandaşlarının üzerine atılmasındandır belki de, kim bilir?

Ne 1915, ne 1934 Yahudi pogromu, ne 1942 Varlık vergisi, Aşkale sürgünleri, ne Dersim 1938 vahşeti ne de 1970 ila 1980 ve 1990’lı yıllarda yaşanan kayıpların müsebbipleri ortaya çıkarılabildi. Hep halının altına süpürülenleri anımsıyoruz. O pislik orada, o halıların altında kaldıkça biz iyileşemeyeceğiz. Bunu biliyorum. O travmayı beynimin ücra nöronlarından artık atamıyorum, atamıyoruz.

Yürürken ağaçların açıklık bıraktıkları bir alanda avcılara rastladım. Ellerindeki çifteler yaptıkları işin spor olmadığını anlatıyordu işte. Gürültülü bir şekilde öldürdükleri yavru dişi domuz ve yavrusundan bahsediyorlardı. Sadece fotoğraf çektirmişlerdi ve Facebook’a nasıl yükleyeceğinden dem vuruyorlardı. Yemeyecekleri canları yok etmekten nasıl da zevk alıyorlardı.
Biri güneşi kapayan ve bize doğru yaklaşan bir karaltıyı işaret etti. Hepsi birden tüfeklerini havaya dikip boşluğa doğru saçmaları boca ettiler. Az sonra minicik beyaz puantiyeli sığırcık kuşları etrafımıza kar gibi düştüler. Bizim memlekette kar zamanı görüldüğünden midir ‘Karkuşu’ denmesi… Ya da çaresizce öldüklerinde kar serpintisi gibi düşüvermelerinden mi, toprağa öylece…

Onları da almadan gitti o sefil adamlar…

Nenem derdi ki:
-Yavrum biz de Karkuşu gibiydik. Bizi de o güzel güneşli göklerden, o boşluktan zalimce indirdiler. Etimizi yemediler. Sırf zalimlikten yaptılar bunu biliyorum…

İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler bir yalan haberle hedef haline getirildi. Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken Selanik’te Atatürk’ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı haberinin yayılması üzerine, 6 Eylül 1955’de ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi gayrimüslimlere ait ev ve iş yerlerini yakıp yıktılar.

İstanbul Ekspres gazetesi “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskısını yaptı. Tirajı 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül’de 290 bin basmıştı. Yalan bir haberdi ve bu hainliği harp dairesi sonradan bizim televizyonlarımızda utanmadan iyi düzenlenmiş bir harekâttı diye savunacaktı.

Hepsi sırf ekonomik olarak güçlü olan azınlıkların elinden kapitali almaktan geçiyordu.
Komşumuz, Madam Despina o günleri anlatırken yaşıyordu, sanki:
-Biliyorsun? Ben hiç Yunanistan’a gitmemiştim o zamana dek. Dükkânımızı, evimizi kadınlı, erkekli gruplar sürüler halinde basıp yağmaladılar. Canımızı, ırzımızı bazı dostlarımız, komşularımız sayesinde kurtarabildik.
Eskiyle, olanlarla olan bağımız artık kopma noktasında… Bir bir hayattan eksiliyoruz. Oysa bu vatanı, bu toprakları ölme pahasına hep sevmedik mi? Nenem ve dedem Beyrut’tan Diyarbakır’a dönüp ‘öleceksek memleketimizde ölelim’ diye dönmediler mi?

Eylül, bu zalim zamanları tekrardan yaşatıyor işte… O zalimane yıllar artık sadece anılarımızda yaşayacak. Diğerleri de, bütün kurbanlar da sizin, bizim, hepimizin anılarında…

Ramin Hüseyin Penahi’ye

Bedros Dağlıyan
Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.